Ana Sayfa Veysel Güney Kimdir? Basından Belgeler
SİZİN VEYSEL Videolar İmza Kampanyası İletişim
Önceki Sayfa Sonraki Sayfa

İdam Gecesi: Denizlerin Meşalesini Yükseğe Taşımak


Aydın Kığılı(*) - devrimciyol.org

Belge: Veysel Güney'in Son Mektubu

Yaşam karşısında hep direnişçi tutumlar sergilemiş bir devrimciyi anlatma, hakkında tanıklık etme onurunu yaşıyorum, duygularını da…

Gaziantep Emniyet Müdürlüğü l. Şub
e‘de kısa süre birlikte olduk. İşkence yapılırken iniltilerini duyuyorduk. Daha çok sağ göğsündeki yarasına işkence yapıldığını sonradan duyduk. Onu bağırtabilmek için işkenceci polislerin çok çaba harcadıklarının tanığıyım. Ama bağırmıyordu, bağırtamıyorlardı

Daha sonra onunla ilk defa Merkez Komutanlığı Gözetim Yeri ‘nde karşılaştık. Yanımıza geldiğinde yalınayaktı; ayakkabısı ve çorapları yoktu. Giysi yerine de hastane pijaması giydirilmiş, saçları sıfır numara traş edilmişti. Kafasındaki yara izleri kabuk bağlamıştı. Arkadaşı ile birlikte kelepçeli olarak koğuşa attılar. Tanışıklığımız burada başlar. Veysel cezaevine geldiğinde yarası yeni iyileşmeye yüz tutmuştu. Ama o haline hiç aldırış etmeden daracık hücresinde spor yapar, nefesini açmaya çalışırdı. Bugün yarın asılacağını bilen bir insanın yaşama bu denli sıkı sıkıya bağlı olduğunu görmek kuşkusuz beni derinden etkilemişti.

Veysel aile açısından içimizdeki en şanslılardandı; ailesiyle arasında güçlü bir sevgi bağı vardı. Ailesi de Veysel’e ve mücadelesine saygı duyuyordu. Onu en son ana değin yalnız bırakmamak için ellerinden gelen herşeyi yaptılar. Ama bu çabaların çoğu bir yerde boşa gitti. Çünkü Veysel ‘e ziyaret yasağı vardı. Herşey o zamanki 5. Zırhlı Tugay ve Gaziantep Sıkıyönetim Komutanı Tuğgeneral Şahabettin Balkan ‘ın iki dudağı arasındaydı. Veysel’e de, keyfi biçimde, infaza değin sürecek görüş yasağı verilmişti. Ayrıca havalandırmaya çıkarmama, mektup vermeme gibi yasakları da vardı.

Onun ilgisini çeken en önemli nokta, idam edilen devrimci arkadaşların darağacında devrimci onurlarını koruyup korumadıklarıydı.

Konuşmalarımızda çoğu kez bu merakını giderecek sorular sorardı. Biz de bilebildiğimiz kadarıyla yanıtlardık, aslında bizim de pek bir bildiğimiz yoktu. Çünkü gazete, televizyon ve benzeri şeylerden biz de yararlanmıyorduk.

O, “Denizler’in 1972'de yaktığı meşaleyi daha yükseklere çıkartabilmek en onurlu görevlerden biridir” diyordu. İdama giden her devrimcinin en özlü sınavlardan birini de idam sehpası önünde vereceğine inanıyordu.

Bilindiği gibi, Veysel, Devrimci Yol siyasi haraketinden yargılanıp idama mahkum edilen ilk insandı. Örgüte sıkı sıkıya bağlıydı. Hareketi adına böylesi onurlu bir görevi ilk kez kucaklayan insan olmanın gerektirdiği sorumluluğun ayırımındaydı. Kendi ölümünün aynı zamanda tüm dünya emekçilerinin ve tüm ezilen halkların haklı davası uğrunda adanmış bir bedel oldıığunu ve bu uğurda gerçekleşen bir ölümün en az diğeri kadar anlamlı ve onurlu olduğunu da biliyordu.

Aslında daha şubeye yaralı olarak getirildiğinde idam kaleminin kırıldığını biliyordu. İşkenceciler sorgu sırasında “İdam edileceksin, kurtuluşun yok!” diye sayısız kere bağırmışlardı. Konuşmalarımızda “Bana son sözlerimi söyleyecek kadar bir zaman süresi tanırlar mı? Bu son görevimi bir devrimciye yaraşır biçimde yerine getirmekten başka hiçbir isteğim yok” derdi.

Veysel tam anlamıyla göstermelik bir mahkeme yapıldığını söylüyordu. İdamını çabuklaştırmak için dosyasının davasından ayrılarak hızlandırılmış bir yargılama yapıldığını duydum. Birinci gün yargılamayla ilgili konuların tümü halledilmiş, ertesi gün de Heyet idam kararını açıklamış.


Belge: Veysel Güney Avukat Talep Ediyor

Aslında bu yargılamanın ne derece hukuki normlara uygun yapıldığı irdelenmelidir. Çünkü bu yargılamada hiçbir şekilde örtbas edilmeyecek çarpıklıklar var. Avukatın olup olmadığı, hangi koşullarda yargılandığı hala muammâ. İdam kararı yüzüne karşı okunduğunda Veysel’in slogan attığını duydum, gazeteler de yazmış.

Veysel asılmadan önce zaman zaman düşünürdüm; haklı bir dava için ölüme giden birini uğurlayabilme fırsatım olsaydı ona ne söylerdim, o an neler hissederdim?

Sanırım onu en sıcak, en işten, en yaraşır haliyle son kez devrimci bir inanşla kucaklar “Arkandan geleceklere kılavuz, senden öncekilerden, DENİZLER’den devraldığın meşaleyi taşıyan olduğunu unutma” derdim.

Ben infaz gecesi bitişikteki hücrede kalıyordum. O son geceyi, yaşadıklarımızı, duyumsadıklarımızı öyle bir- iki satıra sığdırabileceğimi sanmıyorum. Nazım’ın deyişiyle o gece cezaevinde gerşekten ‘Hava kurşun gibi ağır’dı. Onu alıp götürdüklerinde, gitmeden önceki uyarısına uyarak sessiz kaldık.

Kendisine doğrudan söylenmedi ama, o gün idarecilerin içine girdikleri telaşlı hava, onda infaz anının artık gelip çattığına dair bir izlenim yaratmış olabilir. Ayrıca bu kanısını pekiştirecek başka gelişmeler de oldu.

Günlerden 10 Haziran 1981'di. Öğleden sonra cezaevinde görevli içkici bir başşavuşla aralarında berberin de bulunduğu bir grup asker Veysel’in hücresine geldiler. Koridora girdiklerinde kapı gardiyanı bizimki de dahil bütün kapıları kapattı. Nedenini sorduğumuzda da başçavuşun orada bulunmasını gerekçe gösterdi.

Veysel’in kapısı açıldığında onun sesini duyduk, “Hayrola! Bu ne izzet-i ikram!” dedi. Başçavuş da “Veysel saçların sakalların uzamış seni traş edeceğiz” dedi. Adamın sesi çatallaşmıştı. Sanıyorum o an Veysel durumu sezinledi. Ve o gece idam edileceğini anladı. Hücreler bitişik olduğundan konuşmaların bir kısmını duydum. Veysel, “Hazırlıklar akşama mı? Salıncak bu akşam mı kurulacak?” diye sordu. Başçavuş da sessizleşti, suskunluğu konuşuyordu. Konuşmaların bir kısmına tanık olduktan sonra karma karışık bir ruh haliyle ne yapacağımı bilemeden kaldım. Hemen Veysel’le konuşmak istiyordum ama, ne konuşacaktım? Ne diyeceğimi ııelerden bahsedeceğimi bilmiyordum. Söyleyeceğim her söz o ana uygun düşmeyebilirdi belki de. Susmanın ne kadar etkili bir kalkan olduğuna ilk defa orada tanık oldum.

Zaman ağır ağır ilerliyordu. Götüreleceği an yaklaşıyordu. Son birkaç saatiydi. İçimde dayanılmaz bir istekle onun yüzünü son kez görmek, dost gözlerine bakmak, sıcaklığını duyumsamak istiyordum. Gardiyanın bilgisi olmadan hücreden çıkmak yasaktı. Buna rağmen hücredeki arkadaşların omuzlarına binerek hücremizin mazgal deliğinden koridora çıktım. Ve önüne gidip hücresine baktım. Oturmuş, sırtını duvara yaslamış ayaklarını karnına doğru çekmiş kitap okuyordu. Daha önceleri hiç vermedikleri birikmiş mektuplarını da o gün getirip vermişlerdi. Hemen yanı başında zarfından çıkmış birkaç mektup gözüküyordu. Diğerleri henüz zarfından çıkmamış gibiydi. Hücre mazgalının yan kısmında sigara ve çakmağını koyduğu bir yer vardı. Uzanıp sigarasından bir tane almak istedim. Tam elimi mazgaldan içeri soktuğumda, birden Veysel’le göz göze geldik. Bu bende tanımsız bir ürperti yarattı. Açıkçası o an işin korktum. Bu duyguyu tanımlayabilmek çok zor. Yaşamla ölüm arasındaki o ince çizgiyi tüm çıplaklığıyla duyumsamamdan kaynaklanan bir duygu olabilir bu.

Veysel için durum değişikti. Durgun bir deniz gibi berraktı gözleri. Orada az sonra ölüme götürüleceğine dair herhangi bir ürkeklik görebilmek mümkün değildi. Çok dingindi, belki beni etkileyen biraz da buydu. Düşünüyorum da, öldürüleceğini biliyor, cezaevinde yaşanan o anlamlı sessizliğin ayırdında, her şeye rağmen soğukkanlılığı sürüyor, kitap okuyordu. Bana öylesine soğukkanlı bakıyordu ki, etkilenmemem mümkün değildi.


Resmi Gazete: Veysel Güney Hakkındaki İdam Kararının Yerine Getirilmesi Üzerine Kanun

Sigara yakmamı istedi. Ardından “Sana birşey söyleyeceğim Aydın, beni bugün salıncağa bindirecekler” dedi. Korumaya çalıştığım, o hiçbir şey hissettirmeme çabam birdenbire anlamsızlaştı. Sanki boşluğa düştüm; duygularım kontrolden çıktı. Hemen müdahele etti: “Ne oluyor, metin ol. Varsay ki, şu an benim yerimde sen varsın. Onlara karşı böyle mi tavır koyacaksın?”

Kendime hakim olamıyordum. Gözlerimden yaşlar akmaya başladı. Evet ağladım. Bu daha çok böyle yiğit bir devrimciyi kaybetmekten duyduğum hüzündü. Yanından ayrılmadan önce, beni bir kez daha uyardı: “Beni bu gece salıncağa bindireceklerini arkadaşlara söylemeyi unutma.”

Bana birşey vermek ister gibi araştırır gözlerle hücresine bakıyordu. Verebileceği bir şey yoktu. “Hiç olmazsa bir şeyler yaz ver” dedim. Bir parşömen kağıdın dörtte birine şunları yazdı ve imzaladı:

“Sevgili Aydın’a… Mezarımı yol üstünde kazsınlar. Üzerine demir yumruklu bir yıldız yapsınlar…” Aklımda kalanlar bunlar, daha birkaç satır olması gerekir.

Askeri Cezaevi ‘nden sivil cezaevine geçerken, yanımda götüremediğim için bu kağıdı saklamaları ve gerekli yere ulaştırmaları için arkadaşlarıma vermiştim. Ama Veysel’den anı olarak kalan hemen her şeyin, sıklaşan arama ve kötüleşen koşullar nedeniyle yok edildiğini duydum. Aslında ona ait olan her şeyi koruyabilmeliydik. Ben o yazıyı saklayabilmeli, “Bak, bu Veysel’in yazısı… Benim için yazdı. O son andan kalan en değerli belge bu… Bu imza da onun imzası” diyebilmeliydim. Gösterdiğim eksiklik yüzünden Veysel’den, herkesten özür diliyorum.

Gece saat onbire kadar sessizlik devam etti. Birden Veysel’in sesini duyduk. “Arkadaşlar! Nedir bu sessizlik her zaman böyle miydik? Bizim suskunlaşmamız, moralimizin bozuk olması başkalarını sevindirir. Haydi ortalığı biraz şenlendirelim!”

Ne diyebileceğimizi bilemiyorduk. “Yok mu türkü söyleyecek kimse?” diye yeniden seslendi. Yine ses yok! Türkü söylersek, ya da ne bileyim gülersek, şakalaşırsak o anın önemine gölge düşürmüş olabileceğimizi ister istemez düşündük. Bir arkadaş, “O zaman sen söyle, biz dinleyelim”dedi. Ölümünden iki saat kadar önce Veysel türkü söylemeye başladı.

Önce Benim Meskenim Dağlardır ‘ı söyledi, sesi güzeldi. Çok coşkulu söylemişti. O titrek ve davudi sesi hala kulaklarımda çınlıyor. Ardından da, Aşık Mahzuni ‘den alınma ”Bu yıl benim yeşil bağım kurudu” yu söylemeye başladı. Fakat bu türküyü çok hüzünlü bulmuş olmalı ki, yarıda kesti. Türkünün içinde ‘şimdi bir köşede yatar ağlarım’ gibi bir dize vardı. Yarım bıraktı, “Bu türkü bu gece gitmez” dedi ve yine Mahsuni ‘den alınma ‘Çingene’ isimli türküyü söylemeye başladı. Hücreler kısmında kalan, Veysel ‘in ‘Çingene’ lakabını taktığı Kuddusi Tokaç isimli arkadaşa takılma, şaka yapma niyetine bu türküyü söylemişti. Bugün daha iyi anlıyorum ki, o gece Veysel hem kendisini hem de bizi ölümüne hazırlıyordu. Ölüme türkü söyleyerek de gidilebileceğini, böylesi ölümün güzel olduğunu, endişeye karamsarlığa kapılmamak gerektiğini göstermeye çalışıyordu.

Doğrusunu söylemek gerekirse, o işin kendine ait bölümünde başarılı olabildi. Her bakımdan ölüme hazırdı. Bizim durumumuz çok farklıydı. Zaman ağır ağır ilerledikçe bir anlamda ne yapacağımızı bilemez bir şaşkınlık içine düştük.

Askerler, subaylar içeri doluştu. Hücrelerimizin mazgal kapaklarını kapattırdılar. Artık hiçbir şey göremiyorduk. Sadece kulağımıza gelen o karmakarışık sesler vardı.

Askerlere emir verildi: “Mahkumun kapısını aç!” Kapının açıldığını duyduk. Ama içeri giremiyorlardı. Veysel’in gür sesi bir kez daha doldu kulaklarımıza:

“Gelmeyin üzerime! Ben nasıl gelmem gerektiğini bilirim.“

Başından beri kendisine haykırabileceği kadar bir sürenin tanınıp tanınmayacağı konusunda endişeleri vardı. Niyetlerini anlamıştı. Ağzını kapatmak istiyorlardı. Onları durdurmak için bu şekilde bağırmıştı. Hemen ardından da sanki bir miting alanında onbirlere seslenircesine bizlere ileteceği son sözlerine başladı.

“Dirilip döneceğiz er meydanlarına/ Zaman köhne düzenin cellatlarını affetmeyecek / Gerek kalmaz savaş ilanlarına /Erlerimiz fazla laf etmeyecek. “ Ardından ‘Kahrolsun Faşizm’ sloganını atmak istedi. Ama ağzını kapattılar. Koğuşlardaki arkadaşların anlattıklarına göre elleri arkadan bağlıymış. Onu alıp Gaziantep E Tipi Cezaevi’ne götürdüler.

Daha sonra bir gardiyan bana o anı şöyle anlattı:

“.. Veysel infaz bahçesine getirildiğinde başı dimdikti. Üzerinde infaz kıyafeti yoktu. Sivil giysiler vardı. Kendisinden son isteği sorulduğunda, “Benim sizlerden bir isteğim olamaz!” dedi. Darağacına yürü denmesine fırsat bırakmadan, başını önüne eğmeden, en küçük bir tereddüt göstermeden yürüdü. Sehpaya çıktı. Cellat boynuna ipi geçirmeye hazırlandığında “Sehpaya kimse dokunmasın” diye uyardı. Ardından öyle bir bağırdı ki, yer-gök inledi. Ne dediğini anlayamadık bile. Slogan bitince cellata ‘ipi boynuma geçir’ dercesine baktı. Boğazına ilmek geçirildi. Cellat Veysel’in isteğine uyarak sehpadan uzaklaştı. Kanımız donmuş gibi, pür dikkat onu izliyorduk. Üzerine bastığı sehpaya ayağıyla vurdu, kendi infazını kendi gerçekleştirdi.”

Diyebilirim ki, cezaevindeki tüm gardiyanlar “Görüşü ne olursa olsun, yiğit adamdı” diyerek ona saygı duyuyorlardı. Aslında dönemin cezaevi müdürü infazı yaptırabileceği insanı bulmak konusunda epeyi zorlanıyor. Sonunda E Tipi mutfakçısı Aşçı Ali böyle birini bulmak için görevlendirilmiş. Sonunda yerlilerin dilinde ‘Aşiret’ diye bilinen insanlardan birini bulmuş. Antepliler ‘Çingene Aşiret’ diyorlar.


Belge Veysel Güney'in İnfaz Tutanağı

Bu arada 10 Haziran günü 13 haberlerinde idamın MGK’ca onaylandığını duyan ailesi Hekimhan ‘dan bir araba tutup Gaziantep ‘e geliyorlar. Cezaevinin önünde annesi, babası, kardeşi ve birkaç yakını bir grup oluşturuyor. Yöneticilerden çıkacak ’son bir kez görüşebilme’ iznini bekliyorlar. İnfazdan kısa bir süre önce sadece annesi, babası ve kardeşine görüşme izni veriliyor. Diğerleri yasak denilerek görüştürülmüyor.

Duyduğum kadarıyla son görüşmede annesi ve babası görüş boyunca ağladıkları için pek konuşamıyorlar. Veysel, “Üzülmenize gerek yok. Bu kaçınılmaz bir durum. Sonucu herkesin metanetle karşılaması gerekir. Hep aranızda olacağımı biliyorum. Benim dışımda dört kardeşim daha var, sizlere beni aratmazlar” diyor.

En son kardeşiyle konuşuyor. Kısa konuşmada ona yaşamını, yaptıklarını, haklı olduğunu, ölüme tökezlemeden, kararlılıkla gideceğini anlatıyor.

Ve Che’nin “Ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin…” diye başlayan o ünlü sözlerini söyleyerek bitiriyor. Kardeşi, ağabeyinin konuşmalarından etkilenip slogan atmaya başlıyor. “Kanın yerde kalmayacak!” diye bağırıyor. Hemen görüşmeyi bitiriyorlar. Veysel’in ağzını bantlıyorlar. Kardeşini de döverek götürüyorlar ve slogan attığı gerekşesiyle iki ay gözaltında tutuyorlar.

Savcı’nın Gözünden İdam Gecesi

Veysel Güney’in delilsiz idam edildiğini söyleyerek davanın yeniden görülmesinin yolunu açan savcı Mete Yüksel Veysel Güney’in İdam Anını anlatıyor.

Veysel’in son isteği, sigara içmek ve babasına mektup yazmaktı. Yazdı, ancak mektup, örgüt propagandası içerdiği gerekçesiyle babasına verilmeden mahkeme dosyasına kondu. Yarım kalmış sigara paketi ve çakmağını babasına vermemizi de istedi.

İdam sehpasına çıkarken Che Guevara’nın ünlü ‘Ölüm hoş geldi, safa geldi’ dizelerini bağıra bağıra okuyordu. O ölüme giderken yanında avukatı dahil hiç kimse yoktu. Ona yabancı olmayan tek şey kendi sesiydi. Ayağının altındaki sandalyeyi, slogan atarak kendisi itti.”


Ailesi infazdan hemen sonra onu almak için yetkililere başvuruyor. Epey uğraştıktan sonra, verilmeyeceğini anlayınca, “O zaman cenazenin gömülmesine katılalım, duamızı edelim, ona karşı son görevimizi yapalım” diyorlar. Bu istek de reddediliyor.

Hatta oldukça umursamaz, küçümser ve alaycı tavırlarla ‘Biz oğlunuzu mezara gömmeyeceğiz. Onun mezara ihtiyacı yok. Ölüsünü nehre atacağız. Canımız isterse belki bir köpeğin önüne atarız” diyorlar. Aile Veysel’e ulaşamayacağını anlayınca, bu kez polislerce apar topar götürülen diğer oğullarının peşine düşüyor. Böylece Veysel bilinmeyen bir yere götürülüyor.

Aradan yıllar geçmesine karşın, Veysel’in ailesi hala oğullarının mezarının nerede olduğunu bilmiyor, Veysel’in bir mezarı varsa bile, bu devlet sırrı gibi saklanıyor. Ama bir mezarı olsaydı, bugüne değin nerede olduğu bir biçimde bilinirdi. En kuvvetli ihtimal onun bir mezarı olmadığı noktasında yoğunlaşıyor.

İnanıyorum ki, bu sadece Veysel’in ailesinin sorunu değil. Çözülmesi gereken bir düğüm olarak ortada. Mezarı yoksa, Veysel nerede? Ailesine çektirilen bunca eziyetin anlamı nedir? Doğal olarak, bir anne-baba geleneklerinin gereğini yerine getirmek için oğullarının mezarını görmek ziyaret etmek belki mezarını yaptırmak ister.

Cuma Alkan adlı bir arkadaş Veysel’in götürülmesinden sonra atak davranıp hücreye giriyor. Yerde bir adet battaniye, çorabının teki, ayakkabı astarları, yarım bardak deterjan ve ayakkabısının tekini görüyor. Tuvalette sifonun içinde bir roman buluyor, içinde de Veysel’in yazdığı bir mektup. Okumadan götürüp dava arkadaşları R.K. ve A.E. ye veriyor. Mektubun içeriğindeyse, duyduğuma göre idama nasıl gideceğini, tavrının nasıl olacağını anlatan şeyler varmış.

Bizler de idamı protesto için yemek almadık. ‘Kahrolsun faşizm’, ‘İdamlar bizi yıldıramaz’, ‘Veysel’in hesabı sorulacaktır’ sloganlarını haykırdık.

Bunun üzerine dava açıldı. Aylar süren yargılama sonucu 7 kişiye 1 yıl 4'er ay hapis cezası ve ayrıca 5 ay 10'ar gün Mersin’de gözetim cezası verildi.

Veysel’i tanımak, yanımızdan alınıp ölüme götürülmesi, onunla geçen hücre günleri, yaşamımın gerçekten en köklü dönüşümlerinden birini, hatta ilk adımını oluşturdu. O yiğit devrimcinin son anlarına tanık olmak, bende iyi ve güzele doğru evrilişin akışını hızlandırdı.

O, türküsünü çok seviyordu. Eğer herşey istediğimce olsaydı, şu an Veysel’le bir dağın doruğunda omuz omuza oturup karşıları seyrederken, bu türküyü mırıldanmak isterdim. Belki de Veysel’in bulunmayan bedeni bir dağın kuytuluklarıyla özlemine uygun olarak sarmaş dolaş yatıyordur. Kimbilir…”

(*)Aydın Kığılı 1956 Adana doğumlu.
TKP-ML davasında yargılandı.
Gaziantep E Tipi Cezaevi’nde
Veysel Güney ile birlikteydi ve idam gecesini yaşadı.
 

VEYSEL GÜNEY'İ ARIYORUZ!
Mersin 78'liler Derneği